Titizlikle örgütlenen direniş ağı, Filistinliler Oslo vaadine hazırlanırken kademeli olarak yasaklandı. İntifada daha az çarpıcı hale, hatta esin vermez hale geldi, ancak Filistinliler arasında, yıllarca yaşayacak şekilde kök salmıştı. Filistinliler Oslo sürecinin asla sonuca varmayacağını ve İsrail’in dizginsiz yayılmacılığının kendilerinin ulusal mücadelesini daha da aşındırdığını anladığı zaman, bir sonraki intifada anlaşılır bir şekilde patlayıcı oldu.
Birinci Filistin intifadası (ayaklanması yahut silkinmesi), İsrail’in gaddar askeri işgaliyle geçen yirmi uzun yılın ardından 9 Aralık 1987 tarihinde çarpıcı bir şekilde patlak verdi.
Filistinliler bıkmıştı. 1948 yılında Yahudi devleti sözüyle gemilerle Filistin’e akan Avrupalı Yahudi göçmenlere yer açmak için evsiz bırakılıp ülkelerinden sürüldükleri gibi, aynı zamanda bütün dünya tarafından hakir görülen ve reddedilen bir halkın onur kırıcı davranışlarına da maruz bırakılmışlardı. Onlar, toprağın yalnızca dünyanın farklı yerlerinden gelen Yahudilere ait olacağı bir devletin kurulması için kendilerinin bin yıldır devamlı olarak yaşadıkları topraklardaki varlıklarını ve kendi kaderini tayin haklarını elinden alan sömürgeci bir projenin kurbanlarıydı. Bugüne kadar Siyonist proje, uluslararası hukukun tartışma götürmez hükümlerine ve Filistinlilerin haklarını destekleyen Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen, güçlü ülkeleri ve saygın kuruluşları kendisine hizmet edecek şekilde esaret altında tuttu. İsrail’in hesaba katmadığı şey ise, mazlum bir halkın azmi ve onların, İsrail’in kendilerini ezen işgalini sarsma yönündeki tutkulu hedefleriyle ordu tanklarına ilk taşları atan, boyun eğmez ruhlarıydı. “Taş Savaşı” işte böyle başladı.
İşgal ve intifada
Birinci intifadanın sebebi sıklıkla, Gazze Şeridi’ndeki bir kontrol noktasında bir İsrail cipinin dört Filistinli sivili ezerek öldürülmesine ve ardından, incinmiş ve yaşananları protesto eden Filistinli topluluğuna ateş açan bir İsrailli subayın 17 yaşındaki Hatem Ebu Sisi’yi öldürmesine atfedilir. Ancak bu tekil şiddet eylemleri – ve onları önceleyenler – yalnızca, 20 yıllık bir askeri işgalin ve onun kendi ekonomik, sosyal ve siyasi gelişimi üzerinde her türlü kontrolden yoksun bırakılmış bir halk üzerindeki takatsiz bırakan etkilerinin bardağı taşıran son damlalarından ibaretti. Bu işgale verilen bir refleks tepkisinden çok daha fazlası olarak yaşanan şey, 1987’den çok önce de taban düzeyinde kendini gösteren, kendi kaderini tayin etme yönündeki devamlı bir siyasi mücadelenin birleşik tezahürüydü.
Koca bir Filistinliler nesli, işgalden başka hiçbir şey görmemişti. Bu işgal onları ekonomik açıdan İsrail’e bağımlı hale getirmişti. Kendi ana vatanlarında alt insanlar ve tutsaklar gibi muamele görmeye müsamaha göstermek zorunda bırakıldıkları gibi, aynı zamanda emekleri de büyük çaplı olarak sömürülüyordu. İsrailli işçilerin ücretlerinin yarısı kadar ödeme alıyor, daha yüksek vergiler ödüyorlardı; kazançları sınırlıydı ve resmi İsrail politikası onları İsrail içinde her türlü haktan yoksun bıraktığı için iş güvenceleri de yoktu. Pek çok Filistinli, gerekli çalışma izinleri olmadan çalıştırılıyor, bu da onları daha da belirsiz bir durumda bırakıyordu. Onlar – bütün öteki halklar gibi – İsrail’in tiranlığından özgürleşmek istiyor, bütün diğer halklar gibi kendilerinin karşısında duran güce direnmek istiyordu, ancak örgütlü bir direniş hareketi olmadan, işgalin kendisinin karşısında duramayacak kadar güçsüzlerdi. Ne kadar bağımlı olurlarsa, işgal o kadar kök salıyor ve İsrail o kadar kâr ediyordu. Ancak yüzeyin altında, huzursuzlukları kaynamaya başlıyordu.
Filistinliler aynı zamanda, el konulan topraklarına yasadışı bir şekilde, ağır silahlar taşımasına izin verilen ve Filistinli aileleri terörize ettiklerinde İsrail ordusu tarafından korunan Yahudi yabancıların yerleştirildiğini görüyordu. Bu aileler devamlı olarak tehdit altındaydı ve bu yalnızca kendi topraklarında ve mülkiyetleriyle yaşamaya devam etme konusunda değil, kültürel kimliklerini ve milliyetçi hislerini açıkça ifade etme konusunda da böyleydi. Filistin yanlısı görülen her şey yasaklanıyor veya yok ediliyordu. “Filistin” kelimesi ders kitaplarından çıkarılmıştı ve Filistinli olarak pazarlanan tüm ürünler İsrailli diye yeniden etiketleniyordu. Edebiyat, sanat, müzik ve ulusal bir bilinci teşvik eden diğer faaliyetler saldırıya uğruyor, üniversiteler milliyetçi coşkunluğu körükledikleri gerekçesiyle uzun süreler boyunca kapatılıyordu. Filistin ulusal kimliğinin bu şekilde baskı altına alınması, onların özgürlük hislerini daha da derinleştiren ve son kertede ifadesini intifadada bulacak olan bir direniş kültürü yarattı.
İsrail pek çok defa, ulusal harekete öncülük eden Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) yerini alacak “yeni bir liderliğin” ortaya çıkması için olayları manipüle etmeye çalıştı. Düşünülen şey, Filistinlilerin kendi işleri üzerindeki kontrolünü mümkün olduğunca sınırlama ve İsrail’in askeri ve güvenlikle ilgili meseleler üzerinde tam kontrolünün olmasını sağlamaktı. Filistinlilerin de başka fikirleri vardı ve 1976’da “Sivil Yönetim” modeline, 1979-80’de Camp David anlaşmalarına ve aynı zamanda Ürdün’le konfederasyona karşı çıktılar. Kendi haklarının peşinden siyasi ve hukuki kanallar yoluyla koşuyorlardı, ancak İsrail, büyüyen direnişi bastırmanın bir aracı olarak tehciri kullandı. Binlerce siyasi figür ve aktivist ülkelerinden sürgün edildi ve çoğu zaman ölüme tehdit edildi. 1987 yılı itibariyle İsrail hapishanelerinde halen yaklaşık 4,700 siyasi tutuklu bulunuyordu; 20 yıllık dönemde tutuklanan toplam Filistinli sayısı ise 200 bindi. Filistinliler, başta İsrail’in arazi gaspları, su kullanımı ve konut inşaatları olmak üzere çeşitli konulardaki rahatsızlıklarının duyulmasını sağlayacak tarafsız yollar bulamıyorlardı. Koşulların ağırlaşması ve Filistinlilerin siyasi ve kültürel kimliklerini yok edilme riskiyle karşı karşıya görmeleri nedeniyle, İsrail’in gaddar işgalini sarsmak için ayağa kalkmaları hiç şaşırtıcı değildir.
Meydan okuyan görüntüler
Filistinliler, en büyük güçlerinin sivil itaatsizlikte – İsrail ürünlerini boykot etmede, İsrail’e vergi ödemeyi reddetmede, kendi seyyar hastanelerini kurmada, sosyal hizmetler sunmada, grevler ve gösteriler örgütlemede ve silahsız çatışmalarda – yattığını anladı. Kullandıkları taktikler, İsrail’i hayrete düşürdü ve o zamana kadar ilgisiz olan Batı medyasının dikkatini çekti. Özel olarak, Filistinli çocukların gelişkin zırhlı tanklara taş atma görüntüleri, İsrail’in etkin bir şekle yaydığı Davut ve Goliath (Golyat, Calut) – güçlü Arap dünyasına karşı ayakta kalmaya çalışan yavru İsrail – mitini tamamen baş aşağı etti. Birden bire herkes farklı bir Goliath görmeye başladı. İsrail – Ortadoğu’nun en kuvvetli askeri gücü – Eski Ahit’teki anlatının yeniden sahnelenmesinde savunmasız “Davut”u karşısına alıyor, Davut taşını atarak dev Goliath’ı deviriyordu.
İsrail’in titizlikle inşa edilen savunmasız kurban imajı, Mısır ve Ürdün’e karşı önleyici saldırılar düzenleyip göz alıcı bir galibiyet aldığı, arkasından da hiçbir endişe duymadan uluslararası hukuku çiğneyip Filistin topraklarının tamamını işgal ettiği 1967 Savaşı’ndan beri çatırdıyordu. 1982 yılında Lübnan’daki Sabra ve Şatila mülteci kamplarında vahşice öldürülen Filistinlerin görüntüleri dünyayı ürkütmüştü ve İsrail’in müdahalesi konusunda soru işaretine yer yoktu. İntifadanın Filistin mücadelesini kamuoyunun gözleri önüne serdiği tarih itibariyle İsrail’in şizofrenik bir şekilde oluşturduğu kurban ve fatih imajı, medyanın gösterdiği, askerlerin kurşunlarının elinde taş tutan Filistinli çocukları vurma resimlerinin karşısında yer alıyordu. Askerlere Filistinli göstericilerin “belini kırma” emri veren İsrail Savunma Bakanı İzak Rabin, meseleleri daha da kötüleştirdi. Sadece dört yıl içinde binden fazla Filistinli öldürüldü ve çok daha fazlası sakat bırakıldı.
Dış dünya için taş atılması, birinci intifadanın güçlü bir görsel imajı oldu, ancak Filistinlileri işgale karşı etkin bir şekilde seferber eden şey, bildirilerin kullanımı oldu. Yazarlar Shaul Mishal ve Reuben Aharoni’ye göre “resmi ve önde gelen bir yerel liderliğin yokluğunda bildiriler, intifada boyunca bir lider vekili oldu.” İnsanları nereye gidip ne yapmaları gerektiği ve nelerin elde edildiği konusunda bilgilendirdiği için, etkileri her yerde hissediliyordu. Yaklaşan grevler, boykotlar ve özel kampanyalar hakkındaki mesajlar buralarda yer buluyor ve halka bir birlik hissi veriyordu. Bu aynı zamanda, sembolizmin ulusal hareket için çok önemli hale geldiği ve Filistin bayrağı ile renklerinin kıyafetlere ve nakışlara kadar işlediği bir dönemdi. Hayatlarında pek çok başka şey sınırlanınca, Filistinliler şiddet dışı yollarla direnmenin yeni yollarını bulmuştu ve İsrail buna karşılık vermenin yollarını arıyordu. Halen güç, tercih edilen kontrol yöntemiydi, ancak daha sonra barış sürecinin manipüle edilmesi Filistinlilerin elde ettiği küçük kazanımları o denli hayal kırıklığına uğrattı ki, direniş 2000 yılında ikinci intifadayla yeni ve çok daha tehlikeli bir anlam kazandı.
Filistinlilerin cezalandırılması
Birinci intifadanın ilk yılları boyunca taş atan gençler İsrail’i, Filistinliler arasında dal budak salan sivil itaatsizlik kadar endişelendirmedi. İsrail bu sivil itaatsizliği bastırmak için, Filistin halkını toplu halde cezalandırma yoluna başvurdu. Sıradan siviller kendilerini, en rutin gündelik faaliyetlerini yürütme özgürlüklerinden bile yoksun halde buldu. Haftalar boyunca süren sokağa çıkma yasakları getirildi ve binlerce Filistinli tutuklandı. Okulların ve üniversitelerin kapanmasıyla, eğitim illegal hale geldi ve öğretmenler ile öğrenciler “yeraltı” sınıflarına yönelmek zorunda kaldı. Evler ikazsız bir şekilde yıkıldı, zeytin ağaçları ve tarım mahsulleri tahrip edildi, hayati önemdeki su kaynakları İsrail’e yönlendirildi ve ardından su kullanımı o denli şiddetli şekilde kısıtlandı ki, insanlar kendi sularını satın alabilmek için saatler boyunca konteynerlerin önünde sıra beklemek zorunda kaldı. İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırıları o denli cezalandırıcıydı ki, nüfus transferi dedikoduları gün ışığına çıkmaya başladı; bu özellikle de İsrail’in eski askeri istihbarat şefi General Shlomo Gazit, bu önlemlerin amacının Filistinlilerin “işsizlikle ve toprak ve su sıkıntısıyla karşı karşıya kalması” olduğunu söyleyip “bu şekilde Filistinlilerin Batı Şeria ve Gazze’den gitmesi için gerekli koşulları yaratabiliriz” dediği zaman arttı.
Halkı güçlendirmek
Nüfus transferi fikri o tarihte de yeni değildi ve Filistinliler, hayatta kalmalarının toplumun bütün düzeylerinde birleşmeye bağlı olduğunu anlıyordu. İntifada desteğini ilk olarak alt sosyal tabakalardan – İsrail işgalinin, özellikle de İsrail’in kaynak ve emek sömürüsünün en fazla yük oluşturduğu insanlardan – aldı. Birleşik Ulusal Komutanlık adı verilen şeyin yönetimi altında “birleşmiş” halk komiteleri, geceleri köylerde ve mülteci kamplarında ordunun ve yerleşimcilerin saldırılarına karşı bekçilik yapmaktan ihtiyaç sahiplerine gıda ve giyecek dağıtmaya kadar her şeyin sorumluluğunu aldı. Bu grupların içinden partili olmayan bir yerel liderlik ve geleneksel anlaşmalara karşı bir toplumsal isyan doğdu. Kitleler, halkı yabancılaştırmamak için silahlı mücadele çağrısından titizlikle kaçınan anonim bildirilerin çağrısıyla gösterilere ve İsrail ordusuyla çatışmalara katıldı. Ze’ev Schiff ve Ehud Ya’ari, İntifada isimli kitaplarında “Bu, ne yapabileceğini – ve düşmanın zayıflığından nasıl istifade edebileceğini – keşfetmiş bir kamuoyu için keskin bir psikolojik yön değişimiydi” der.
Her ne kadar sahada çok az kazanım olsa da, bu ulusal hareketin her Filistinliye bir güçlenme hissi kazandırdığına şüphe yoktur. Özellikle kadınlar kendilerini üretken işe girişme konusunda özgürleşmiş halde buldu; bu işlerin çoğu kadın komiteleri tarafından gerçekleştirildi ve kadınlar “bütün toplumu kucaklamak üzere aile sorumluluklarını dönüştürerek” politikaya daha fazla dâhil oldukça geleneksel sosyal sınırlar kısa sürede silikleşti. Her ne kadar taşlar İsrail’in etkileyici cephaneliğine karşılık gelemese de, bir İsrailli komutan “İntifadanın özü, gerçek aktivite seviyesinde değil, nüfusun algısında (…) kimlik, yönelim ve örgütlenme hissindedir” gözleminde bulunmuştu. Başka hiçbir şey olmasa bile halkın şiddete dayalı olmayan kitlesel sivil itaatsizliği medya haberlerinin dikkatini çekmişti ve gazeteci Thomas Friedman, “yabancı medyanın varlığı gerçekten de İsraillileri, işgallerinin gerçek gaddarlığını görmeye zorluyordu” yorumunda bulunmuştu. Tabi bu, İsrail kamuoyunu geriye çevirmenin başka meşum yollarını buluncaya kadar böyleydi.
İsrail kale direklerini değiştiriyor
Oslo “barış süreci” intifadanın rüzgârını aldı. Birdenbire İsrail dünya sahnesinde barış yapıcısı konumunu aldı ve FKÖ’yle, yegane amacı onu nötralize etmek olacak şekilde görüşmelere başladı. FKÖ, ulusal harekete ve İsrail baskısı karşısındaki direnişe öncülük etmek yerine, müzakere masasında kendine bir yer bulmak için kendi halkına polislik yapan bir kuruma – Filistin Yönetimi’ne – dönüştü. Dünya rahat bir nefes aldı ve sahadaki kirli gerçeklikler bir kez daha görmezden gelinirken, uluslararası çabalar barış sürecine yoğunlaştı. İsrail işgal ettiği topraklardan çekilmeyi kabul ettiği halde bunu yapmadı. Bilakis, daha da fazla Filistin toprağına el koydu ve yeni yasadışı Yahudi yerleşim birimleri inşa etmeye devam etti. Kudüs’teki ikamet hakları geri çekildi ve Kudüs Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilere kapatıldığı gibi, işgal altındaki topraklardaki hareket özgürlüğü de daha fazla kısıtlandı ve insanlara ne zaman nereye gidebileceklerinin – tabi bir yere gidebiliyorlarsa – söylendiği aşağılayıcı bir deneyime dönüştü. Dahası, Filistinliler kendilerini birbirinden kopuk üç toprak parçası olan A, B ve C bölgelerine – büyüyen İsrail yerleşimleri denizindeki adalara – bölünmüş halde buldu. Ancak dünya bağımsız Filistin devleti havucunu sallamaya devam etti ve İsrail, herkes onun kendi istediği şeyi yaptığını bildiği halde – bu söylemin devam etmesine izin verdi. Sahnelenen oyunun yüzsüzlüğü nefes kesici düzeydeydi. Daha da nefes kesici olan şey ise aynı oyunun bugün de tekrarlanıyor olmasıdır.
Barış ve iki devletli çözüm hem önderlerin hem de gözlemcilerin sloganı haline gelirken, intifada varlık anlamını yitiriyor gibi göründü. Büyük çaplı ulusal grevler, sokağa çıkma yasağı biçimini alan yıkıcı bir askeri yanıtı getirmişti; burada “İşgal Altındaki Topraklar’da yaşayan her Filistinli ortalama 10 haftayı sokağa çıkma yasağı altında evde geçirmişti” ve bu, inanılmaz bir işe gitmeme sorununa yol açmıştı. Filistinliler kendi ülkelerinde işlerini kaybettikleri gibi, İsrailli işverenler bunun üstüne, Filistinlilerin yerine dışarıdan getirilen işgücünü ve yeni gelen göçmenleri çalıştırmaya başladı. Temel olarak, eğer gündelik hayat rutini normallik görüntüsüyle devam edecekse, kitle direnişinin sonsuza kadar sürdürülmesi imkânsızdı.
İntifada yaşıyor
Titizlikle örgütlenen direniş ağı, Filistinliler Oslo vaadine hazırlanırken kademeli olarak yasaklandı. İntifada daha az çarpıcı hale, hatta esin vermez hale geldi, ancak Filistinliler arasında, yıllarca yaşayacak şekilde kök salmıştı. Filistinliler Oslo sürecinin asla sonuca varmayacağını ve İsrail’in dizginsiz yayılmacılığının kendilerinin ulusal mücadelesini daha da aşındırdığını anladığı zaman, bir sonraki intifada anlaşılır bir şekilde patlayıcı oldu.
Filistinlilerin her gün, işe ya da okula gitme gibi normal faaliyetleri yerine getirmek için boğucu kontrol noktaları ağını atlatmanın yollarını bulmak için direniş eylemlerine giriştiği unutulmamalıdır. Her hafta Bil’in gibi köyler, İsrail’in bütün bir Batı Şeria üzerinde ördüğü apartheid duvarına karşı barışçıl gösteriler düzenliyor. Bu tür protestolardan binlercesi, İsrail’in “Filistinliler şiddete son vermeli” nakaratını akılsızca tekrar eden Batı medyası tarafından fark edilmiyor. İsrail için kendi sömürgeci ve gayrimeşru politikalarına karşı her direniş eylemi lanetli bir eylemdir ve bastırılmalı, cezalandırılmalı ve şeytanlaştırılmalıdır. Filistinliler ise – arkalarındaki iki intifadanın deneyimiyle – İsrail onların evrensel insan hakları olan özgürlük ve kendi kaderini tayin haklarından kendilerini yoksun bıraktığı müddetçe direnişlerinin devam edeceğini biliyor. Zihnimizde ağır bir yer tutması gereken soru ise şu: Filistinliler için adaletin en sonunda galip gelmesi için kaç intifadanın yürütülmesi gerekir?